31.10.07

YENIDEN YAZMAK!


Finlandiya’dan bir sanatçı Jari Silomaki. Jari ile çok görüşmesek de iyi bir arkadaşlığımız var. Kendisiyle iki kere çalışma imkanı buldum. Birincisi bundan 2 yil once Munih’teydi. Bu ilk karşılaşmamızdı ancak karşılıklı yabancısı olduğumuz bu kentte geçirdiğimiz bir haftalık süreç birbirimizin duruşlarını ve kısa süreliğine de olsa yaşama bakışlarımızı tanımlamız için uygun bir süreydi.Oldukça kalabalık katılımlı “Avrupalı oluş” merkezli bir tematiğin üzerine kurulu bir sergiydi. (Check-in-Europe:Reflecting Identites in Contemporary Art (1)) 4 farklı alt sergiden oluşan bu etkinliğin, Nordic ve turkiyeli sanatçıları içeren “P2p:Invisible landscape” başlıklı bölümünde Jari Silomaki ile birlikte yeralıyorduk.. Hedeflenen mesele Avrupa’daki Turkiyeli ve Nordic bölgedeki kendi sosyal çevresinden, kendi dertlerinden beslenen, grupların ve sanatçıların arasında bir paylaşım alanı inşa etmekdi.Burada altı çizilecek durum: Lokal kodlardan beslenen ve bu öznel (kimi yerde yerel olarak tanımlanabilecek duyarlıktan vazgeçmeden) kendilerini global sanat arenasında görünür, dinlenir kılacak şekilde dolaşıma sokabilecek, bir ağ arayışına girme çabasıydı. Bunın mümkünatı üzerine bir deneyelim, gorelim, pratigini sorusunu gündeme getirmekti.

Serginin ozellikle de avrupa patent ofisi gibi bir kurumsallık altında ve de Almanya gibi kuralcı bir disiplin geleneğinden gelen bir ülkede yapılıyor olması, bir çok prosedürü, sanatçılar açısından çeşitli kuralları, sigorta, maliyet ve kimi yerde paketlenmiş bir şıklıkta görünme yükümlülüğünü hissettiriyordu. Alışıla geldik olan buydu ve serginin “P2p invisible landscape” haricinde, yer alan çalışmaların çoğu, şıklaştırılmış ve keskinleştirilmiş halleri göze çarpıyordu. Bu durum işlerin çevrelerinde sanki bir dokunulmazlık halesi yaratmaktaydı. Özenle tasarlanmış bir vitrinin arkasında konulmuş, kendi doğallıklarında kopartılıp, (beklenildiği gibi) sunuma hazır hale getirilmişlerdi. İşte Jari ile tanışmam tam da bu ortamda gerçekleşti.

Bütün bu genel hava hakimken, (büyük ebatlı bir o kadar da ağır çerçeveli kimi işler özenle güvenlikten sorumlu bir ekip tarafından duvarlara sabitlenmekteydi.)bir den Elinde 35 x 25 cm.lik 100lük kodak fotoğfaf kartı kutusu olan bir adam geldi. Sergi kurulmaya devam ediyordu ve biz onun işinin yeralacağı özel kapalı devre alanı tasarlamaktaydık. Ve bu adam kendi sırt cantasında Helsinki’den getirdiği fotoğraf kutusunu özenle çıkartıp içerisinden kare ebatta 20x20cm.lik 100 adet renkli fotoğraftan oluşan calışmasını çıkardı. Sonrasında da küçük bir iğne kutusu ile, kendisine ayrılan bölgeye seçtiği fotoğrafları hikayesini parça parça ördü. Bu kadar kırılgan ve kendi halinde bir jest onca görkemli hengamenin arasında, kibar ve kaçırılırsa üzülünecek bir takdire şayanlık yaratmayı başarıyordu.

Günümüzde fotoğrafik çalışmaların boyutları ve ışıklılıkları büyük yağlıboya resimleri çağrıştırıyor, bu büyük etkinlikler tarafından tercih edilen bir koşul fotoğraf sanatçılarını düşününce. 10 İstanbul Bienalinin en çok kullalanılan imgelerinden biri AES+F’in (2) barok dönem felaket temalı tablolarını çağrıştıran devasa panaromik görseliydi Büyük bir prodüksiyon olarak günümüz fotoğrafının reklam kodlarından beslenen
yönünü temsil ediyordu, bir çok yayına da kapak görseli oldu. Veya Andreas Gursky, Jeff Wall gibi film seti inşa edermişcesine hazırlanmış “kusursuz” insan üstü, labaratuvar işlere alışkın olduğumuz global sanat dünyasının içinde farklı bir yere işaret ediyor Jari Silomaki. Evet o’da fotoğraf medyumunu kullanıyor ancak Onlardaki gibi renkli ve ışıltılı görüntülerinin “sonuc”u olarak “fotoğraf”ı hedefleyen bir yapının yerine başka bir şey koymakta.
Jari Silomaki dönemdeşi çoğu fotoğraf kullanan sanatçının aksine, hala bu medyumun ilk dönemlerindeki, küçük boyutlu kimi yerde özellikle siyah-beyaz ve yaşamı nakşeden haline inanıyor. Bu nedenle de fotoğrafın anlatımcı ve sürece, tarihselliğe, belleğe ilişkin yönüne odaklandığını görüyoruz.

Kendisiyle ikinci buluşmamız da o’nun fotoğrafa tam da bu yönden bakması nedeniyle olmuştu. Bu dergide bir diğer yazıda sözü edilen “Personal War stories” serisi, 24.08.2007 - 22.09.2007 tarihleri arasında gene bir alman şehri Frankfurt’ta, küratörlüğünü yaptığım “Hope is a good thing”(3) başlıklı sergide yer aldı. Münihteki hissiyattan sonra kendisini bu sergiye iş üretmeye davet ettim. Aradaki epeyce bir coğrafi mesafeye rağmen, bu sergi için bir seri üretmeyi gönülden kabul etti. Jari kendisi işlerini asmaya gelemedi, ancak gönderdiği şeyler gene 1 adet fotoğraf kartı kutusu fotoğraf sarılı bir karton rulo ve iğnelerin yeraldığı küçük kavanozdu. O ufak paketin içinden kendi halinde dünyasını galeri mekanına yayan bir atmosfer çıkacağını hem sergi küratörü olarak ben, hem de sanatçının kendisi biliyordu, hissediyordu. İşte burada sözünü etmeye çalıştığım bu elektrik, mekana yayıldığında sonuç ilgi çekici oluyor. Hatta alışılageldik büyük beklentilerle sürece tanık olan güncel sanat alanından gelen pek çok kişi şaşırıyor. Ufak bir kutu, bütcesiz bir çaba, sigorta yok garanti yok, ödenek yok ve bir şekilde yine de birilerine ulaşan bir paylaşım alanı. Hem aslında bu kadarda ufak ve basit görülebilir bir jest iste, alışkanlık ve ısrarlar üzerinden hareket edebileceğine dair inançda kendisine yaşama şansı buluyor. Fotoğraf’da bakıldığında böyle basit bir şeyden başlamıyormu serüvenine, “ben oradaydım” gibi basit bir cümleden...

Bu noktadan hareket edince, Jari Silomaki’nin yapıt okumalarını kuramsallaştırarak yapabilecek bir vizyondan bakmayı başkalarına bırakmayı tercih edecegim.Ben bir fotoğraf kuramcısıda değilim açıkcası. Burada benim asıl yaptığım o’nun bu süreci ve fotoğraf çekme jestini nasıl yaşamsallaştırdığına bakmak. Jari ye bu yönde baktığımda, sanata ve bu üretim pratigine olan bakışı ve paylaşım isteği üzerinden, iyi niyetli ve insanca baktığımı farkediyorum. Bu sebeple oldukça dürüst ve günümüz sanat ortamında yaşama şansını zor bulunur, hatta çoğunlukla farkedilemeyip, anlamlandırılamayacak bir kendilikle üretiyor bu adam, diyebilirim. Kendisi de bunun bilincinde işte! Bu inandğı şeye devam edebilmekten büyük keyif alıyor. Bu onu fotoğraf çekme ve üretme eylemini yeniden köklere belkide olabildiğince basitce bir “serüven” dönüştüren, önemle saklanması gereken şey. Tıpkı kendi el yazısını, küçük içses notlarını bizimle paylaşmak için negatif üzerine özenle kazıması gibi, kendini çok da açık etmeyen ve ilgileneni içeri davet eden bir mırıldanma.


1- Sergi hakkında detaylı bilgi için: http://epart.epo.org/exhibition/check-in/index.en.php

2- Aes+F ve çalışması için: http://www.iksv.org/bienal10/sanatci.asp?sid=3

3- Hope is a good thing sergisi için: http://www.umut-guzel-sey.blogspot.com/


Borga Kantürk, 30 Ekim 2007

30.8.07

açılış / opening

Press

“Hope is a good thing”

Artists: Alice Miceli, Esra Okyay, Halil Vurucuoglu, Jari Silomaki, Mehmet Dere, Nejat Sati, Runo Lagomarsino, Underscene Project (Merve Sendil )
Curator: Borga Kantürk

Ausstellungsort: ATELIERFRANKFURT / Hohenstaufenstraße 13-25 / 60327 Frankfurt
Ausstellungsdauer: Samstag, 25. August – Samstag, 22. September 2007
Öffnungszeiten: Do & Fr 17 – 20 Uhr / Sa 15 – 18 Uhr (und nach Vereinbarung)
Vernissage: Freitag, 24. August 2007, 20 – 23 Uhr

ATELIERFRANKFURT is pleased to present “hope is a good thing”, a group exhibition curated by Borga Kantürk with seven artists and one collaboration, called Underscene Project, plus the post-punk band “DDR” from Turkey. All of the Turkish artists – Esra Okyay, Halil Vurucuoglu, Mehmet Dere, Nejat Sati and Underscene Project, produced by Merve Sendil – are part of the Izmir-based K2 initiative. The other participating artists are Alice Miceli (Brazil-Rio De Janerio), Jari Silomaki (Finland-Helsinki), and Runo Lagomarsino (Sweden-Malmo).

Due to the interactive speed of the present world, the pace in contemporary art has also accelerated. Today, a contemporary artist is perceived as a person with various communication and networking skills, struggling within a high-speed, global art network. This system, in which the contemporary artist has to negotiate tight schedules and agendas, creates a chaos that is further intensified by long trips and difficult demands. Workshops, presentations, lectures, studio visits, artist residency programs, online conferences and similar commitments set the pace. The artist can either be a lucky but tired person, who builds useful contacts and finds sponsorships in this tense climate; or the artist takes a position in the background, out of sight, with an independent stance, having to build own contacts and to find an own budget.


When Beuys said “Every human being is an artist”, the world with its dynamic political and social infrastructure was showing the promise of new hope. Art would accompany this acceleration and bring about a new kind of energy.

Today’s hectic pace and lifestyle has seriously diminished the sense of hope that once existed. Today's ideals are strongly attracted by the hope of corporate and financial gain. To a large extent, hope has been replaced by greed. At the same time, the art community exists within a tighter global network, with more stringent time constraints encapsulating a larger audience. It can be said that art is increasingly drawing closer to becoming a corporate entity. It is thus the right time to quote Kippenberger’s more humanistic dictum, “Every artist is a human being”, as a direct alternative to Beuys’ remark. So going back to Beuys statement, the “artist=human being/myth” notion, we see the art world being increasingly affected by the rules of the corporate world and turning into a priced pawn of the market, a commodity worthy of higher accolade.

Throughout contemporary art and the endeavors of artists trying to position themselves within the system, we need to discuss alternative strategies questioning the global network of the contemporary art market and try to focus on a situation in which artists can act freely and independently. In this sense, the word “hope” in the exhibition’s title is used as a necessary notion to represent what is human. The artists’ choices, their independent existences, and their personal, textual, verbal and visual languages have been taken into account during the process of developing the exhibition. The purpose is to release the artist entirely from the process of being an “illustrator” and view the artist as an “illusion producer” instead; as well as to focus on the framework represented by the artists and to consider the relationship between sound, image and atmosphere.


Pressekontakt:
ATELIERFRANKFURT
Corinna Thiele
Hohenstaufenstraße 13-25
60327 Frankfurt am Main
M +(0)177.7772811
T +49.(0)69.74303771
thiele@atelierfrankfurt.de
www.atelierfrankfurt.de
zu Fuß nur 5 Minuten vom Hauptbahnhof!

3.8.07

Sergi

“Hope is a good thing”
(Umut güzel şey)

Sanatçılar:
Alice Miceli, Esra Okyay, Halil Vurucuoglu,
Jari Silomaki, Mehmet Dere, Nejat Sati,
Runo Lagomarsino, Underscene Project (Merve Sendil )
Küratör:
Borga Kantürk
Açılış: 24.08.2007, Cuma, 18.00
Yer: AtelierFrankfurt
Sergi Tarihleri : 25.08.2007_22.09.2007

Giriş

Diyelim ki…
Güncel sanat yapıyorsunuz;
sınırların sizi inanılmaz belirlediği bir ortamda.
Belli ki strese gömülmüşsünüz,

Ya Full dolu programlarınız, randevu defterleriniz
Acil yapılması gereken uzun seyahatler, ancak bunun için verilen zaman,
kısa sürede sizden beklenen ve tatmin sınırlarını zorlayan talepler…
workshoplar, sunumlar, stüdyo ziyartleri, misafir edildiğiniz programlar…

Ya da bütün bunları yapmanızı sağlayacak kontaklardan, ödeneklerden,
Aracı kurumlardan ve destekçilerden uzakta ve diğer taraftansa bu olanakları her masrafı
Kendinizin karşılama şansınızın 0 olduğu bir konumdan, konuşmaya direnmeye çalışıyorsunuz.

Eninde sonunda bu bir düzen ve siz Güncel sanatçıyım diye haykırırken sizi duymaları ve de buna inanmaları için debelenmektesiniz.

Sorum şu: bütün bu adalet üzerinden sınıfsal farklılıklar, kaçınılmaz bir hız ve gündemi teşkil eden bütün bu koşuşturmaca da sizden beklenen tüm refleksler dışında bir sanatçı , ya da sadece kendiniz olmak ve rahatlayabilmek için ne yapabilirsiniz? Veya bu farklı kanallardan kurumsallaşan düzen içerisinde o kişiye, sanatçıya, nasıl önyargısız, genel beklentilerimizden sıyrılmışçasına bakabiliriz? Ona kurallarını belirlemediğiniz bir saha da dilediğince oynama alanı bırakmak mümkün mü? Ya da ütopistleştirirsek: Bu sistemin söz söyleme hakkı, adalet, hız ve okuma alanında yarattığı basıncın olmadığı bir evren ve burada sanat mümkün olabilir mi?

Dünyanın her köşesinde olduğu gibi güncel sanatı kapsayan yanı da Bu ikili sınıfsal stres düzenini kapsıyor. Bu sistem de kim acaba net olmak, rol yapmak zorunda değil?
Kim neden saldırgan veya bir şeyleri devamlı iddia etmek zorunda?
Sanatçının, tamamen işlerle uğraşan bir stres küpüne dönüşüp, masasında onu bekleyen kabarık e-mail listeleri ile uğraşan bir sergi kovalayıcısı olmadığı bir yer arayışım var. Trendleri pesinden kovalayan bir koşucu olmadığı bir yer. Yaptığın işten keyif alabileceğin, Fonlara göre kesilmiş biçilmiş kalıbına uydurulmuş kontekst kaygılarına maruz kalmadan, Yapmacık bir kimlik konseptine sığınmadan,
Kendin olmanın keyfini çıkarmak. Haykırmak, Bağırarak şarkı söylemek…
Mümkün mü? Zor olduğu gerçek… Ancak yola çıkınca,
gerisi ise emek ve aylak bir düşgücüne * kalıyor.

Referans noktaları:

A- Borges ve gündeme getirdiği "aylak düşgücü"
B- Manu Chao ve O’nun da söylediği gibi, şarkı söylemek için sadece,“Bir gitar ve yolda olmak yeter.”
…..

En başında bu sergi bağımsız olarak gerçekleştiriliyor. Bir küratör ve farklı kentlerden 8 sanatçının, para, profesyonellik, sigorta, sanat-mit-değer yargılarını bir kenara bırakmalarıyla başlayan , varlıklarını ve söylemlerini bir şeyleri değiştirebilmek adına öne sürmeleriyle devam eden bir süreci içeriyor. Bir çesit keyif, heyecan ihtiyacı, hayal kurma ve hatta mucizelere inanma özgürlüğü.

Serginin katılımcılarından beşi K2 sanatçı insiyatifinden. 2003 yılından beri birlikte çalıştığım bu kişiler, sanatın sanatçının kurumsal yapıya alternatif olarak kendisini kurumsallaştırması üzerinden amatör emek ve özveri ile hem kendilerini hem de bu çatıyı ayakta tutmaya çabalamaktalar. Diğerleri üçü ise Helsinki-Münih-İstanbul-İzmir arası duraklarda tanıştığım, karşılıklı vakit harcadığım,üretim süreçlerine tanık olduğum sanatçılar. Sanatçı ile küratörün bu kimliklerinin ötesinde, insani boyutta diyaloglar yaşaması önemli. Süreçlerin, ortaya çıkan sonuçtan önde tutulduğu, çalışma ve ana konteksin arasındaki ilişkinin firma-müşteri,üretici bağlamında kotarılmış güzel bir iş ortaklığını çağrıştırmadığı bir yapı arayışı. İşte bu nedenle “iş”e değil “sanatçı”ya bakmak. Hepsi bir karşılaşma tanışma ve sanatçıya inanma üzerinden kurulu. Ve olası bu sergi, uzun süreli diyaloğun ve düşünce paylaşımının sonucu. Bu sebeple serginin küratörü olarak İşlerden çok sanatçılara ve onların varoluş şekillerine, hikayelerine odaklanıyor. Baştan aşağı bu sürecin yaşamın kendisi gibi değişkenliklere gebe olduğunu kabul etmek gerekmekte. Sonuc olarak bu işlerin uyumu veya söylemin çalışmalara giydirildiği olmuş –bitmiş bir yapıdan oldukça uzaktayım. Ve serginin düsüncesi belirmeye başladığı ilk noktadan bu güne kadar giden bir gonül sözleşmesi üzerine kurdum.

Bu insanlar* (insan diyorum, çünkü sanatçının öncelikle bir insan olduğunu, unutmamak gerek.) Kendi duygu durumlarının ve empatilerinin sınırlarını ve dünya kavrayışları üzerinden birbirleriyle paylaşıma, iletişime girmekteler. Ve tamamen kişisel inançları ile bu sergideler. Bütçe olmadığından her sanatçı sadece söze, ve olabilirse görsel-yazılı kültüre bir parça bırakmak adına bu çağda sizlere garipde gelse burada sadece istedikleri için bulunmaktalar.

Bu bakımdan biraz işi kuralına göre oynayamamış, fani bir nostaljiyi hala katalizör olarak kullanan, eski kafalı bir grup çalışması olarak nitelendirilebilir. Ben
bunun tam da bu sebeplerden olabildiğince sistem dışına kaçma çabası olduğuna inanmaktayım. Ve insanların sevdikleri için, inandıkları için, bir şeylerin peşinden koşabildikleri yapılanmalarının mümkün olabilmesi adına, sanatçıların bu türde adımlarına ihtiyaç var.

Peki Nedir tüm bu karşılıksız ve yorucu cabanın altında yatan şey?
Profesyonel alanın sunduğu kazancın veya (kibarcası maddi karşılığın) sanatçıyı geçindirecek ödeneğin, küratorun uluslar arası fonlar aracılığıyla aldığı sergi bütçelerinin olmadığı, sergiyi oluşturan hiçbir kimsenin o “fee” denen karşılığı almadığı bir şeyi yaptıran o şey ne?

Bu serginin küratörü olarak, İnanç ve keyif, dünyayı, söyleyebileceğin bir sözle değiştirme umudu.diyebilirim. Söz söyleme hakkını, sözü, imgeyi – Tufan Baltalar’in yorumuyla “Suya bırakmak” bu önemli. En azından, alışılageldik rolleri, söylemleri ve
Hareket akslarını kırmak, insaları bunları bozmaya zorlamak için.

Rio de Jenario’dan, Frankfurt’a, İzmir’e Malmöye, Helsinki’ye, aynı şeyi
Hissedebileceğine dair bir umut.


Emeği, gene özveriyi ve inancı, her türlü maddi kazancın önünde tutan sergi katılımcılarına, bizleri fiziksel olarak hiç tanımadan ve sergiyi sadece kulağa çınlayan sözlerin yarattığı elektriğe olan inancı ile kabul eden AtelierFrankfurt’un kordinatörü Corinna Thiele’e ve serginin Frankfurt’ta gerçekleşmesi adına bağlantıları gerçekleştiren Ekrem Yalçındağ’a teşekkürler.

* (M. Kippenberger’in – J.Beuys’un “Her insan bir sanatçıdır”. mottosuna alternatif olarak da gündeme getirdiği “Her sanatçı da bir insan’dır” sözlerine atfen.)

2.8.07

SERGİ İÇİN ZEMİN ARAŞTIRMALARI:

Umut, bu sergi için, kavramsal bir çerçeveden ibaret değil. Tutku ve bireye oradan da kitleye ilişkin manevi jestler, tavır bütünü.

Umut ilişkisine bağlı bir insani hissiyat üzerinden bir araya getirilen bu seçki, içerdiği “durumları”, ele alınış şekilleriyle metinsel yapıdan, o daraltıcı dil oyunlarından uzaklaştırarak görmeyi bu iletişimsel ilişkinin özüne dönmeyi önerir. Bu bakımdan “Hope is a good thing” sergi serisi, hiç aşinası olmadığımız bir yabancı dilde dinlediğimiz ancak ortaklık kurabileceğimiz, özdeş hissiyatı sezdiğimiz frekansta doğan heyecan, duygu ilişkisini önemser. Oradaki tarafımızdan tanımlanamaz dil, çevrelediği anlam boyutu ile bize yabancıdır ve buna rağmen bizi dilin keskin sınırlarıyla hapsetmez ve kendisini okunamaz-laştırmaz. Bizleri farklı bir kapıdan, kanaldan içine aldığı ortaklık kurduğu özel bir yerden, hisselere dair sözleşmeyi yapar. (Hatırlamalıyız ki melodi önce gelir, sonra metinsel anlam ikinci bir sözleşme ile karşımıza çıkar. )Bu serginin temelinde bu iletişimin kökleri üzerinden hareketleniriz.

Bu sergi dizisinin sırtını dayadığı akslar, konuya ilişkin izleyiciye sunulan kuramsal metin dizgisinden çok, sanatçının kendisinin (paylaşır paylaşmaz), alttan alta dolaşıma sokmayı tercih ettiği sözel-metinsel boyuttur. Kazıdıkça alttan belirmeye başlayan, üzerine uzmanlaşan, (sevgi ve karşılıksız özel bir ilişki ile eğinilmesi gereken ) arkeoloji gerektiren bir tarihsel sürecin-durumun kesiti-süreci ile karşı karşıyayızdır. Bu görünmez sözleşmeyi yapabilmemiz için de, sanatçıyı bu noktada illustrasyon üreticisi olmaktan çıkartıp, tamamen kendisini bir süreç dahilinde, “illüzyon üreticisi olarak” yeniden hatırlamak gereklidir. Ve duruma onun sunduğu çerçeve üzerinden dalmak. Melodi-görüntü-atmosfer ve altındaki söz ilişkisi…
Olaylar ve durumlar, öncesinde sanatçıya ilişkin, sanatçının direndikleri, arkasında sağlam hissiyatı ile durdukları, duygusal mesafesini belirleyişi ve dönüştürme becerisi, kabiliyeti.(bkz. Bruce Naumann, I believe in miracles, yada Chris Burden, Performansları) Sergi, söylemi ile sanatçıya mesafeli bir seçkiyi paketleyip sunmayan, onu bir thesis-statement uğruna bir diğerinin yerine yerleştirmeden, sanatçı-yapıt-alt metin ilişkisi üzerinden kafası karışık dürüstlüğü ortaya sermeye çabalayacak.


Bu bakış ayrıca sanatçıyı bir bağlam bütünü içinde, bize keskin kenarları makulleştirip ve rahat okunur biçimde elimize birer kitap özeti olarak vermek yerine, sanatçıya doğru, cesur yakınlaşmaları tetiklemeye, cesaretlendirmeye yarayacak. Buradaki hissiyat tam bir ilk görüşte aşk ve o sürecin hemen akabindeki, iletişim kurma arzusu ve o andaki aşırı heyecanının, tutkuya dönüştüğü anlar gibi doğal, karşı konulmaz ve dürüst.Sanatçının araştırma halindeki duruşunun, kesin net (olmuş-bitmiş-paketli) yapıtının yerine, belirsiz ve devam edilebilir sürecinin, nokta atış bir seçkiyle sergi için belirlenmiş “general meaning” bir yapıtı tercih etmeden, anlatının merkezine yerleştirilmesi ana hedef.Bu aslında tarihsel açıdan örnekleri görülmüş ve özlemlenen bir süreç. Hareket halinde, çabası ile sürecindeki devamlılığı vurgulayan, dirençli ve dürüst araştırmacı olarak sanatçı figürünü tekrar hatırlamaya yönelik bir pratik.Bu noktada iki kökten beslenebilirim. Birincisi 18. yüzyıl tutkulu romantik-seyahatlerin kentte kapanıp kişiselliğiyle doğaya ve maceraya açılan traveller-artist modeli, romantik, ilisyonist ressamca tavır. ( bu köklerden günümüze açılırsam, bu model karşısında, Hüseyin Alptekin, Matts Leiderstamm, sergi katılımcılarından Nathalie Grenzhauser’i ) İkincisi ise 1968’ler ve 70’lerdeki laboratuar gücü yüksek, sağlam ve dirençli ve şairane duruşunu her zaman taşıyan, Chris Burden, Bruce Naumann’ımsı tavır. ( Francis Alys’i sergi katılımcılarından Alice Miceli’yi yerleştirebilirim.)
Bu iki tezat (farklı mı demeliyim?) ama yürekli duruşları harmanlayıp, günümüz inançsızlığına, hızlı tüketimine karşıt duracak tutkuyu ve bilinçli direnci hatırlatmak gerekli.
Kısacası sergi, kaybolan, güçlü duruşları merkezde sanatçılar sayesinde tekrar buluşturup, onlara tüm varlıklarıyla, tek bir ürüne odaklanmadan, tek tipleştirmeden bakmaya yönelik bir çağrı.Bu türde editöryal-küratöryel bir çaba, dürüst ve içten olmalı. Her türlü çıkar ilişkilerinden, sanat piyasasının alenen açıkta ve tehditkar stratejilerinden uzak durabilmeli. Net ve keskin olmak uğruna olasılıkları, çabaları ve değişebilirliklerin üstünü bir hamlede örtmemeli. Onların arkeolojosini, pedagolojisini yaparken, sınırlandırmadan, alanı sanatçısı için geniş tutarak, yaşaması için bir oda bırakarak okumalı.
Sanatçı gibi küratör (sanatçı-küratör) meselesinin bu olayın gidişatı ve dönüşümü açısından önemi çok. Bu ara model, müze, küratör, galeri, sanat tarihçisi, sosyolog ve felsefeci arası, imge yapıt avcılığı arasında sanatçının hareket alanının (researcher artists, traveller-poeter, labartoary artist) genişletilmesi için varolmalı.
Tekrar hatırlanmalıdır ki, sanat son derece insancıl bir dirençler bütünü olabilir. Bu kanalda, çok da başarılı olmuş bir galeri sergisini değil, durum antolojisini önemsiyorum. Durum üzerinden, bulanık ancak ayrıştırılabilecek bir alanı, bulanıklığını handikap olarak ezmeden, netsizliği sürprizli bir genişliğe çevirerek sanatçıya ulaşmalı ki, o seni işinin genişleyen alanına doğru götürsün.


“UMUT Güzel Şey” projesi, bir dizi sergiyi, yayınları, bir “umut sineması”nı, ve bir küratörün seyir defteri “günce olarak” blog sitesini içerecek şekilde yoluna devam edecek. Bu dizgede sanatçının tekrar, genişleyen bir havuzda, önyargısızca tanığı olunduğu, düz ve genel sınırlarla belirlenmiş okumalara hapsedilmeden izlenilmesi için çaba harcanacak. Sergi serisinin ana başlığındaki umudun güzel-iyi bir şey olduğu vurgusu bu noktada devreye girmekte. Çeviride tam karşılığını bulmamasından kaynaklanan- good kelimesindeki vurgu, türkçesinde tercih sorunsalı yaşanan “güzel-iyi” arasındaki nüans farkını bir artıya çevirecek (belirsizliği açılmak istenen alanı genişletecek) ve çevreye yayılan hoş ve heyecanlandırıcılığı ile umut” kelimesini taçlandıracak. Bu haliyle ütopyacı, melankolik vurgu ile sanatçının okunması-görülmesi esnasındaki sıkışık alandan, memnuniyetsizlik açmazından kurtulma şansını bir süreç olarak işaretliyor. Umut kelimesinin HOPE & DESPAIR vurgusundaki umut – kader gibi iyi -kötü arasındaki gidip gelen, kırılgan bir tamamlanmamışlık vurgusu bu noktada oldukça önemli. Sanatçısından, bağlamından kopartılmış, tamamlanmış bir süreç olarak yapıtına varmak yerine, “yeniden dene” vurgusu üzerinden ona tekrar tekrar özenle eğilmek, referans vermek…
Philippe Perrote konferansında bulunmayı oldukça, fazlasıyla istedim. Bilemiyorum orada yoktum! Ama başlıktaki, konuşma özetindeki vurgu üzerinden gidersem, orada sezinlediğim öneri ve iç sesimi çakıştırdığımda ortaya çıkan şey birbirine oldukça yakın. Son yıllarda kendimizi Bienaller ve Ulus (Deplasman- bkz: “Home and Away”) sergilerine, Markete, bu alana dair bienalleşen fuarlara, fuarlaşan bienal modellerinin müzelere taşınmasına çok kaptırdık. Global gerekçeler, mütenalaşıp, Avrupalılaşma, alicenap bir tavırla “eh olabilir” üzerinden kabul görülme çabası, bizleri fena halde bu çizgiye yakınlaştırdı. Global Market yapısı içerisinde her türlü uçlaşmış jest, durum ve tavır sanatçı üzerinden, bu geniş ve her şeyi popülerleştirmeye, pazarlamaya dayalı markete yerleştirdi (öteleyerek, dozajını kimi yerde azaltarak da olsa bunu halen yapmakta) ve çabucak dolaşıma sokuldu. Hızlı üretime ve tüketmeye yönelik junk-nasyonal sergi ağı içerisinde bir yapıtlar seyahatinin ortasındayız. Kurulan bu teleport sanatçının dolaşımından çok, genelleştirilmiş kontext’ler eşliğinde “iş”lerin oradan başka bir yere ötelenmesini önemsemekte ve maliyeti bu haliyle ucuza kotarmanın peşinde. Sanırım kesintiye uğratılması gereken, yavaş yavaş sabote edilmesi gereken şey bu! Bu hem sanatçı duruşunu, her ne kadar, anarşist, radikal, karşı bir rol içerisinde olsa da bir “easy reading” okumasına alenen hapsederken, sanatçıları da kolay yoldan dolaşımın tatlı tuzağında , burjuvazinin kucağına ( Platform G.GSM, 23 Şubat) oturtup, onları sistemin ağzına bakan, “kolay kabul-et” kültürünün sanatçısı hatta stereotipine dönüştürmekte.
Bu itaatkar yapı karşısında , oyunda kalmayı bilinçlice reddetmeye, süreci kesintiye uğratmaya dayalı, kimi yerde dışarıda kalmayı göze alabilecek ve kendi işine konsantre olmayı tercih edecek bir yerde durma- çabasını içimizden fişeklemeliyiz.
Bu “easy-reading” meselesi ile bu pozisyonun en düz ve temelsizce okunan ve hızlıca sisteme oynayan figürlerin sırtlarını (aferin pek de politiksin tam istediğimiz gibi!) sıvazlayan, pışpışlayan yapının şaşırtılması ve şoka sokulması gerek. Bu modeller, “aranan, beklenen, özlenen sanatçı” modelinin dürüstlüğü ve güçlü duruşunun yerine tamamen stratejiysen, piyasa kurallarını bilen çok iyi çalıştığı ezberlediği rollerle, kendisini var eden bir tavır çizmesi ve bunun karşısında durulmaması çileden çıkarıcı!
Ben çileden çıkıyorum! Hasta hissediyorum! Güvenimi, dürüstlüğe, tutkuya, anlaşılmazca üretme duygusuna, bir şeylerin değişe- bileceğine dair inancıma, el konuluyor ve umutsuzlaştırılıyorum. Yalnız olmadığımı hissediyorum. (Ancak bu bir his-kesin ve net olamıyor. Maalesef.) Sanırım bu sebeple bir araya gelmenin vakti…
Gülmeyi, üzülmeyi ve yalnızca bunları yapabilmeyi, bir olay, bir durum, bir sanatçı duruşu, bir sanat eseri karşısında, unuttuk.
Fazlasıyla sınırlandırılmış, sürprizsiz ve açılımsız kanallarımız var ve çok sesli gözüken, üstelik de aynı şeyi zengin bir kolektivite ile söyleyen modellere tanığız. Bu pratiklerin, jestlerin yavan örneklerine mahkum şekilde kalabalığa karışıyoruz. Bunu kıracak bireysel değerlerin yaşaması pek yakın görünmüyor. Kitleselleşmeyi unutuyoruz sanırım. Sistemlerin kendisinin göstermelik bir araya getirdiği, anlık cılız ve yüreksiz gruplaşmalar zaten çıkar kavgalarıyla birbirlerini tüketip parçalıyor. Kayıp olan şeyin bir ürün, bir rakip, bir kin-arzu nesnesi olduğuna o kadar çok kaptırmışız ki kendimizi, asıl kaybolan şeyin başlı başına bir insan-bir süreç-koca-bir-emek-düşünce, olduğunu farkedemiyoruz. Onlar bizi bir araya getiren şeyler…
Korkularımıza, duygularımıza karşı dürüst olalım, sanatçıyı bir zamanlar bunun en başat temsili olarak “seçilmiş-kişi” olarak görmüştük. Sonrasında bu miti yukarılarda bir yerlerde kilitleyip, oraya hapsettik, kendi kavgalarımızla vasatlaştık ve hepimiz spekülatif-kavgacı sanatçılara dönüştük. Sonra birisinin bu kafesten çıkıp bizi heyecanlandırmasını bekliyoruz. Buna hakkımız yok! Şimdi bu hizipleşmeyi ötelemeyi bırakalım, dürüst olalım. Saçma bir ütopyanın temsilcisi- “tanrı-sanatçı” figür olarak, ne sanatçıyı ezelim, toprağa gömelim ne de yüceltelim.
İnsan, kırılgan bir araştırmacı , sonuca kesin ve net ulaşamayan biri olarak onu arayalım ve duygularımıza, inançlarımıza, tutkularımıza özellikle de kırılganlıklarımıza saygı gösterelim.
Önemsemek belki de…


Borga Kantürk 23 Ocak 2007-Salı

1.8.07

Sanatçılar

Alice Miceli:

Brezilya’lı video sanatçısı Alice Miceli sinema diline yakın duran video çalışmaları üretmektedir. Sergide gösterilmesi düşünülen 2 çalışmadan ilki “Küçük beyaz Ev”isimli 2005 tarihli çalışmadır. Bu video, 37 dakika süre boyunca bize kameranın gözünden ağır tempolu bir yürüyüşü ve beraberinde brezilya kökenli anonim eski bir halk şarkısının yükselen nakaratı eşliğinde göstermektedir. Polonya’daki Nazi toplama kampının yakınlarındaki köy Chelmno-nad-Nerem’e odaklanan bu yürüyüş şarkının geçmişe aitliği, kamerayı tutan sanatçının bu tarihsel önemli bölgedeki fiziksel olarak varoluşu üzerinden bir zaman-mekan buluşması yaratarak, 2 tarihsel vaka arasında kendisini konumlamaktadır. Bu noktada yolcunun belleğine ve hatıralarına giderken, Sanatçının kısa süreli fiziksel süreci ile de uzam üzerindeki bu 2 noktanın anlam ve niteliğini tamamen değişmesine tanık olmaktayız.

Bu sergi için düşünülen ikinci çalışma ise, “Genişleyen küsüratlar” adlı seri içerisinden seçilmiştir. Bu seride ise sanatçı, bir dizi tarihsel- hazır görüntüden, (dökümanterden) hareket eden video çalışmalar ortaya çıkarmaktadır. Sergide yeralacak çalışma “video: 99,9… Meters Olympic Sprint”/99.9…....metre olimpik sprint” isimini taşımaktadır. Televizyonun Siyah-Beyaz yıllarından kalma bir olimpiyat koşusuna ait kayıtların sanatçı tarafından manipule edilmesi sözkonusudur. Burada Olimpik koşucunun başlangıç noktası ile finiş cizgisi arasında 2 keskin nokta vardır. Koşucu sınırları zorlamayı, aşmayı dener, bunu kendi hızı üzerinden gerçekleştirmeye çalışır. Peki Bunu her zaman başarıp, limitleri aşabilirmi? Sanatçı burada matematiksel bir soruyu hareketli görüntünün içine transfer eder tıpkı serinin diğer çalışmalarında olduğu gibi. Bu soru: 2 Belirlenmiş nokta arasındaki gerçek-fiili mesafe,aralık nedir?sorusudur.

Runo Lagomarsino :

Runo Lagomarsino yaptığı video-işlerde günümüz politiğinin ve sosyal çevrenin oluşturduğu iki farklı diskurdan beslenir. Bunlar bizim tarihten ve kamusal üzerinden yeniden okudugumuz şeylerdir.Burada sanatçı fomların yeninden sunumu ve beraberinde bir takım semboller ve metaforlar yaratma üzerine gider. Ozelikle sessizlik ve şiddet sergide yeralması düşünüşen iki videoda gündemdedir.

Bunlardan birisi futbol tarihine ait dökümanter görüntüler içerir. Sanatçı arşiv kayıtlarından ödünç aldığı bu görüntüyü, ses ve tekrarlarla manipüle ederek çalışmasını oluşturu. Görüntülerde bir Dünya kupası elemeleri maçı, Şilinin başkenti Santiago da 73 de gerçekleştirilmekte. Şili ve SSCB arasında oynanan maçta, Şili karşılaşmayı rakibi sahaya çıkmadan oynar ve kazanır. Ancak O ünlü Futbol sahasi Şili’ deki darbe sırasınca Cunta Rejimi tarafından farklı amaçlara hizmet etmiştir. Sili’nin milli bir başarı elde ettiği bu maç asılnda Sovyetler Birliğinin politik kimliği ile orada, o sebeplerden ötürü olmama isteği ile ilgili bir durum olarak karşımızda durur.

Bunlardan diğeri ise “Histories that nothing are” isimli video çalışması: Bir koşucuyu göstermektedir. Sanatçının kendisini silüet halinde, elinde yanan bir meşaleyi yada molotof kokteylini çağrıştıran o imge ile sonsuz looplanmış şekilde sonlanamayan koşusunu göstermektedir. Burada kahramansı bir tarihsel imge olarak koşan figür-sanatçı . Bu koşuşun referansları direnç ile ve destansı başarı biraz olsun “Ateş Arabaları” filmine diğeri ise “Cezayir’lilerin Savaşı” filmlerini hatırlatıyor.


Mehmet Dere :

Come sweet come
Gürçeşme de ki her olay kaçınılmaz bir biçimde indirgenemez bir şey şeklinde görünür,Her bir olay bir beden oluşturur,cisimleşir.Genel olarak Türkiye’nin herhangi bir yerinden farklı sonu gelmez bir düzensizliğe doğru akan bazen mantıksal dizgeye kapalı kendi içinde haklı bir varoluşa sahiptir.Sadece bir yön olarak gerçeğin tam anlamından nasibini al(a)masada kentin dokusunun dışında kalan basit,yakın güven verici olamayan bütün anlamların dışında görünürlülüğü kaybolmaya müsait herkese açıktır.Bütün verdiğimiz sıfatları yitirir.Ruh yazıya yazı sese ses de sokakta yankısı bulan aynaya dönüşür.(ölüm,cinsellik,beden,din,yazı)Duvarlar yada evler kısa bir parlamayla görünmeyen dünyayı açığa vurun bir ışığa dönüşebilir.Beklenmedik devinimin bir parçası olarak salınım halinde dolaşırsınız,gece gibi ağır ve yoğundur,bu görmeye alışık olamadığınız bir içli dışlılık üretir,gece yaşar ve böylece uzar.Elektrik lambalarının lokal sarı ışığı ve giyinmeye alışık olmayan insanların yüzleri, başıboş köpeklerin sesleri ve yoğun trafikle kesin,ve kesilen devingen bölünmüşlük hem sanatı hem gerçeği sergiler.Kendiliğindenlik.Kendiliğindenliğin tanımı budur.Durumlar, duygular, uzlaşmazlıklar olarak sesli ,hızlı ve zarif dışarının el altından bastırmış olduğu tüm kuşatılmışlığa rağmen (kırılıp) yansıyan bir fark olarak kendini ele vermesidir.İçtenlik yada ruh olarak kopya etmez belirtir. Okunmaya sunulmuş dünyada içinde gerçekleştiği boşluğu anımsatmak istercesine bir yolculuk sunar.Bu kendini armağan eden bir canlı ve doğal bir kaçamaktır.Bu şimdi de yaşayan çingenelerin zamanı ve mekanıdır,kavranılacak merkez yoktur,serbestlik ,iç içe girmişlik,sarsılmaların evlerin ve yüzlerin arasında “şeylerin” tersine dönüşünün sayısız ışıltılarıyla dolu dünyanın geçiş yönü.
http://www.derece.blogspot.com/
http://www.come-sweet-come.blogspot.com/


Esra Okyay:
Dünya Yalan Söylüyor
“…Bu proje gazetelerden seçtiği politikacıların görsellerinden yararlanarak yaptığı suluboya resimler üzerine bu sloganı yazarak oluşturduğu bir dizi resimden oluşur. İşin adı ise bir dönem türkiye’de oldukça popüler olan Mor ve Ötesi grubunun “Dünya yalan söylüyor” parçasından geliyor. Bu gün insan hakları, demokrasi gibi kavramların ne kadar söze dayalı olduğunu. Hiçbir haklı gerekçe gösterilmeksizin Irak savaşının gözümüzün önünde gerçekleştiğini yanlızca izliyoruz. Gerçek olan biten adaletsizlik kimseden gizlenmeksizin açıkça yapılırken öyle bir dil hakim ki herşey bilinir ama engellenemez bir durumda akıp gidiyor. Dünya açıkça hiç olmadığı kadar “görerek” “görmezden geliyor”. Sanatçı günlük yaşantımız içinde yaşadığımız dünyaya ilişkin sosyal problemler ve adaletsizliğin farkına varmamızı sağlamanın yanında bu türden sanat pratiklerinin hızla arttığı, tartışıldığı gözönüne alındığında bu halkaya aktivist, müdehaleci bir kanaldan değil galerinin söz söylemeye izin veren yapısını kullanarak katılıyor. Sistem içinde sözünü aslında estetik olanla birleştirerek ve bilindik bir dil kullanarak, entellektüel birikim ve bilgi gerektiren güncel sanata ilişkin alışılageldik yoldan daha geleneksel olana kayarak aslında gerçek risk alıyor.”(x) (x) Elmas Deniz’in Esra Okyay hakkındaki yazısından.

Jari Silomaki:

Günümüzde Fotoğrafik çalışmaların boyutlarının, büyük yağlıboya resimleri çağrıştırması,onlardaki gibi renkli ve ışıltılı görüntülerinin fotoğrafı tercih eden genç kuşak sanatçıların işlerinde tercih edildiğini görmekteyiz. Ancak Jari Silomaki dönemdeşi bir çok genç sanatçının aksine hala fotoğrafın ilk dönemlerindeki, siyah-beyaz ve küçük boyutlu, yaşamı nakşeden haline inanmakta. Burada söz konusu edilen seri Jari’nin ilk sergisinden, büyükkannesinin barışçıl yaşamından, mahzendeki patatezlerden, oturma odasının duvarına vurmuş ışıktan ve yaşlı bir kadının hayatı ve onun sona doğru yakınlaşması düşüncesinden besleniyor. Jari’nin burada tercih ettiği yöntem küçük fotoğraflar ve anlatımcı müdahaleler olarak kendisi tarafından iliştirilmiş el yazıları. Rehearsals for adulthood_ Büyümek için provalar-serisi ise büyümenin acılı-sızılı süreçlerine odaklanır. Buradaki ana hikaye çizgisi: Genç oğlanın kızlar ile arkadaşlık yada ideolojik kimliğe dair eksiklik noksanlık hissi gibi durumlarla kendi kendine boğuşmasıdır. Bu noktada fotoğraf: bir anlatıcının tercihleri ile bahsetmek isteği, trajik ve komik manzaraları olarak sanatçının yaşamına odaklanır.

Halil Vurucuoglu:

Yalın, kestirme, pürüzsüz ve katmansız haliyle spreyle mekanlara bıraktığı şablon-resimleriyle tanınıyor. Gerçi bu tanımlama bile galeri dışarısındaki genel sokak yaşantısına sıçradıkça anonim bir iz olarak saedece el altından fısıltı olarak Halil Vurucoğlu ismini kulağımıza imliyor. Şablon ürerimi graffiti den farklı olarak kimi yerde bir nakkaşın veya kaatı sanatçısının el işciliğinide işaretliyor. Beyaz karton yuzey içerisinden, uzun uğraşlar sonrasında ozenle çıkartılmış, kesilmiş alan tüm dinginliğiyle iç mekanda, stüdyoda yada sanatçının tercihiyle galeride dingin haliyle yeralırken dışarıda ise hızlı ve anında bir patlamaya güce dönüşüyor. Halil sokağın kaba tekinsiz jargonu ile, ustalık geleneğinin referansları ile de iç mekanlarda tercih ettiği suluboya tekniğindeki gibi konsantrasyona dayalı bir el işçiliği, tekniğin saydamlığından ve esnekliğinden kaynaklı zerafeti, tek vücutta biraraya getiriyor.


Merve Şendil_Underscene project:

“Underscene Project, profesyonel anlamda dolaşıma girmemiş grupların her türlü kayıtlarının ve bunlarla bağlantılı materyallerinin derlenip arşivlendiği büyük ve kapsamlı bir havuzdur(geliştirilebilir açık arşiv).
Bu açık arşivleme aynı zamanda ,herhangi bir plak şirketine bağlı olmaksızın müzik yapan(cover grupları da buna dahil olmak üzere) grupların kendi başlarına ve kendi imkanlarıyla yaptıkları kayıtları, konserleri, konser afişleri, flyerları ve bunun gibi yan materyallerinin derlenmesini de içine alır.
Underscene Project’in galeri içinde arsiv sergilemesi, grup prezantasyonlari ve bu prezantasyonlardan elde edilecek verilerin çesitli yayin organlarinda yayinlanmasi ve orta vadede çikarilacak “

http://underscene-project.blogspot.com/

Nejat Satı:

Nejat Satı, üretim sürecinde gündelik objeler üzerinden hareket ediyor. Onlara dikme, yapıştırma ve onarma gibi ucuz sanayinin referansları ile mudahaleler ediyor. Kullandiği malzemeler Avrupadaki „1euro-shop“larin bir benzeri olan „herşey 1milyon“ dükkanlarından bulduğu ya da sahaflar, kumaşçılardan elde ettiği kimi zaman yarı-atık malzemeler. Bunlar üzerine bir terziymişcesine yada kimi zaman da ayakkabı tamircisini andıran, nesne-tamircisiymişcesine eğilmekte. Burada aslında toplumun, maliyet, geçim ve sosyal yaşam olanaklılıkları üzerinden genç sanatçının kendisininde şu günlerde yaşadığı bir açmaz ortaya çıkıyor. Sanatçının kullanmış olduğu tüm bu malzemeler ucuz-maliyet ve yaşamı asgari şekilde devam ettirme temelli bir sınıfsal yapının reflekslerinden besleniyor.Beslenmenin haricinde de sanatçı bunu tamamiyle benzer şekilde yaşıyor. Bu sınıfsal umutsuzluk genç sanatçının duruşunada yansıyarak, eyleme olan inancını da sarsıyor. Bu bakımdan Nejat Satı, 2005 yılından buyana sanat pratiği içerisinde aktif bir şekilde üretmemeyi tercih ediyor. Sanatçının üretme umudu bağlı olduğu devreden kısa devrelerle alevlenip sonrasında tekrar kaçıyor. Bu tamamiyle yaşamsal ve insanı kararsızlığın beslediği işlerden-performanslar biri de Nejat Satı’nın çevre esnafından topladığı bozuk, yırtık 1milyon lira.ları özenle hatta hastalıklıca vakit ve emek harcayıp tamir etme uğraşına girmesi. Genç Sanatçının erken kaybolan umudu, üretim, emek, karşılık meseleleri ve sanat piyasası arasında bir nebze boğulmuş ve ertelenmiş, ileriye ötelenmiş durumda. Bu noktada Sanatçı sergi içersinde yapıtı ile bir durum yaratmaktan çok kendisinin bir „durum“ olarak yer bulacak. Sergileme, bir genç-sanatçının ağzından, çok hızlı bir çıkış içerip kısa sürede inişli-çıkışlı hale gelen ve gündelik yaşam ile zeminini bir türlü sirkülasyona sokamayışın dökümantasyonuna odaklanacak. Sanatçıyla işleri ve süreci üzerinden yapılmış bir mülakat, para-değiş-tokuş ve onarım üzerinden işleyen performansın belgeleri ile beraber sunulacak.