2.8.07

SERGİ İÇİN ZEMİN ARAŞTIRMALARI:

Umut, bu sergi için, kavramsal bir çerçeveden ibaret değil. Tutku ve bireye oradan da kitleye ilişkin manevi jestler, tavır bütünü.

Umut ilişkisine bağlı bir insani hissiyat üzerinden bir araya getirilen bu seçki, içerdiği “durumları”, ele alınış şekilleriyle metinsel yapıdan, o daraltıcı dil oyunlarından uzaklaştırarak görmeyi bu iletişimsel ilişkinin özüne dönmeyi önerir. Bu bakımdan “Hope is a good thing” sergi serisi, hiç aşinası olmadığımız bir yabancı dilde dinlediğimiz ancak ortaklık kurabileceğimiz, özdeş hissiyatı sezdiğimiz frekansta doğan heyecan, duygu ilişkisini önemser. Oradaki tarafımızdan tanımlanamaz dil, çevrelediği anlam boyutu ile bize yabancıdır ve buna rağmen bizi dilin keskin sınırlarıyla hapsetmez ve kendisini okunamaz-laştırmaz. Bizleri farklı bir kapıdan, kanaldan içine aldığı ortaklık kurduğu özel bir yerden, hisselere dair sözleşmeyi yapar. (Hatırlamalıyız ki melodi önce gelir, sonra metinsel anlam ikinci bir sözleşme ile karşımıza çıkar. )Bu serginin temelinde bu iletişimin kökleri üzerinden hareketleniriz.

Bu sergi dizisinin sırtını dayadığı akslar, konuya ilişkin izleyiciye sunulan kuramsal metin dizgisinden çok, sanatçının kendisinin (paylaşır paylaşmaz), alttan alta dolaşıma sokmayı tercih ettiği sözel-metinsel boyuttur. Kazıdıkça alttan belirmeye başlayan, üzerine uzmanlaşan, (sevgi ve karşılıksız özel bir ilişki ile eğinilmesi gereken ) arkeoloji gerektiren bir tarihsel sürecin-durumun kesiti-süreci ile karşı karşıyayızdır. Bu görünmez sözleşmeyi yapabilmemiz için de, sanatçıyı bu noktada illustrasyon üreticisi olmaktan çıkartıp, tamamen kendisini bir süreç dahilinde, “illüzyon üreticisi olarak” yeniden hatırlamak gereklidir. Ve duruma onun sunduğu çerçeve üzerinden dalmak. Melodi-görüntü-atmosfer ve altındaki söz ilişkisi…
Olaylar ve durumlar, öncesinde sanatçıya ilişkin, sanatçının direndikleri, arkasında sağlam hissiyatı ile durdukları, duygusal mesafesini belirleyişi ve dönüştürme becerisi, kabiliyeti.(bkz. Bruce Naumann, I believe in miracles, yada Chris Burden, Performansları) Sergi, söylemi ile sanatçıya mesafeli bir seçkiyi paketleyip sunmayan, onu bir thesis-statement uğruna bir diğerinin yerine yerleştirmeden, sanatçı-yapıt-alt metin ilişkisi üzerinden kafası karışık dürüstlüğü ortaya sermeye çabalayacak.


Bu bakış ayrıca sanatçıyı bir bağlam bütünü içinde, bize keskin kenarları makulleştirip ve rahat okunur biçimde elimize birer kitap özeti olarak vermek yerine, sanatçıya doğru, cesur yakınlaşmaları tetiklemeye, cesaretlendirmeye yarayacak. Buradaki hissiyat tam bir ilk görüşte aşk ve o sürecin hemen akabindeki, iletişim kurma arzusu ve o andaki aşırı heyecanının, tutkuya dönüştüğü anlar gibi doğal, karşı konulmaz ve dürüst.Sanatçının araştırma halindeki duruşunun, kesin net (olmuş-bitmiş-paketli) yapıtının yerine, belirsiz ve devam edilebilir sürecinin, nokta atış bir seçkiyle sergi için belirlenmiş “general meaning” bir yapıtı tercih etmeden, anlatının merkezine yerleştirilmesi ana hedef.Bu aslında tarihsel açıdan örnekleri görülmüş ve özlemlenen bir süreç. Hareket halinde, çabası ile sürecindeki devamlılığı vurgulayan, dirençli ve dürüst araştırmacı olarak sanatçı figürünü tekrar hatırlamaya yönelik bir pratik.Bu noktada iki kökten beslenebilirim. Birincisi 18. yüzyıl tutkulu romantik-seyahatlerin kentte kapanıp kişiselliğiyle doğaya ve maceraya açılan traveller-artist modeli, romantik, ilisyonist ressamca tavır. ( bu köklerden günümüze açılırsam, bu model karşısında, Hüseyin Alptekin, Matts Leiderstamm, sergi katılımcılarından Nathalie Grenzhauser’i ) İkincisi ise 1968’ler ve 70’lerdeki laboratuar gücü yüksek, sağlam ve dirençli ve şairane duruşunu her zaman taşıyan, Chris Burden, Bruce Naumann’ımsı tavır. ( Francis Alys’i sergi katılımcılarından Alice Miceli’yi yerleştirebilirim.)
Bu iki tezat (farklı mı demeliyim?) ama yürekli duruşları harmanlayıp, günümüz inançsızlığına, hızlı tüketimine karşıt duracak tutkuyu ve bilinçli direnci hatırlatmak gerekli.
Kısacası sergi, kaybolan, güçlü duruşları merkezde sanatçılar sayesinde tekrar buluşturup, onlara tüm varlıklarıyla, tek bir ürüne odaklanmadan, tek tipleştirmeden bakmaya yönelik bir çağrı.Bu türde editöryal-küratöryel bir çaba, dürüst ve içten olmalı. Her türlü çıkar ilişkilerinden, sanat piyasasının alenen açıkta ve tehditkar stratejilerinden uzak durabilmeli. Net ve keskin olmak uğruna olasılıkları, çabaları ve değişebilirliklerin üstünü bir hamlede örtmemeli. Onların arkeolojosini, pedagolojisini yaparken, sınırlandırmadan, alanı sanatçısı için geniş tutarak, yaşaması için bir oda bırakarak okumalı.
Sanatçı gibi küratör (sanatçı-küratör) meselesinin bu olayın gidişatı ve dönüşümü açısından önemi çok. Bu ara model, müze, küratör, galeri, sanat tarihçisi, sosyolog ve felsefeci arası, imge yapıt avcılığı arasında sanatçının hareket alanının (researcher artists, traveller-poeter, labartoary artist) genişletilmesi için varolmalı.
Tekrar hatırlanmalıdır ki, sanat son derece insancıl bir dirençler bütünü olabilir. Bu kanalda, çok da başarılı olmuş bir galeri sergisini değil, durum antolojisini önemsiyorum. Durum üzerinden, bulanık ancak ayrıştırılabilecek bir alanı, bulanıklığını handikap olarak ezmeden, netsizliği sürprizli bir genişliğe çevirerek sanatçıya ulaşmalı ki, o seni işinin genişleyen alanına doğru götürsün.


“UMUT Güzel Şey” projesi, bir dizi sergiyi, yayınları, bir “umut sineması”nı, ve bir küratörün seyir defteri “günce olarak” blog sitesini içerecek şekilde yoluna devam edecek. Bu dizgede sanatçının tekrar, genişleyen bir havuzda, önyargısızca tanığı olunduğu, düz ve genel sınırlarla belirlenmiş okumalara hapsedilmeden izlenilmesi için çaba harcanacak. Sergi serisinin ana başlığındaki umudun güzel-iyi bir şey olduğu vurgusu bu noktada devreye girmekte. Çeviride tam karşılığını bulmamasından kaynaklanan- good kelimesindeki vurgu, türkçesinde tercih sorunsalı yaşanan “güzel-iyi” arasındaki nüans farkını bir artıya çevirecek (belirsizliği açılmak istenen alanı genişletecek) ve çevreye yayılan hoş ve heyecanlandırıcılığı ile umut” kelimesini taçlandıracak. Bu haliyle ütopyacı, melankolik vurgu ile sanatçının okunması-görülmesi esnasındaki sıkışık alandan, memnuniyetsizlik açmazından kurtulma şansını bir süreç olarak işaretliyor. Umut kelimesinin HOPE & DESPAIR vurgusundaki umut – kader gibi iyi -kötü arasındaki gidip gelen, kırılgan bir tamamlanmamışlık vurgusu bu noktada oldukça önemli. Sanatçısından, bağlamından kopartılmış, tamamlanmış bir süreç olarak yapıtına varmak yerine, “yeniden dene” vurgusu üzerinden ona tekrar tekrar özenle eğilmek, referans vermek…
Philippe Perrote konferansında bulunmayı oldukça, fazlasıyla istedim. Bilemiyorum orada yoktum! Ama başlıktaki, konuşma özetindeki vurgu üzerinden gidersem, orada sezinlediğim öneri ve iç sesimi çakıştırdığımda ortaya çıkan şey birbirine oldukça yakın. Son yıllarda kendimizi Bienaller ve Ulus (Deplasman- bkz: “Home and Away”) sergilerine, Markete, bu alana dair bienalleşen fuarlara, fuarlaşan bienal modellerinin müzelere taşınmasına çok kaptırdık. Global gerekçeler, mütenalaşıp, Avrupalılaşma, alicenap bir tavırla “eh olabilir” üzerinden kabul görülme çabası, bizleri fena halde bu çizgiye yakınlaştırdı. Global Market yapısı içerisinde her türlü uçlaşmış jest, durum ve tavır sanatçı üzerinden, bu geniş ve her şeyi popülerleştirmeye, pazarlamaya dayalı markete yerleştirdi (öteleyerek, dozajını kimi yerde azaltarak da olsa bunu halen yapmakta) ve çabucak dolaşıma sokuldu. Hızlı üretime ve tüketmeye yönelik junk-nasyonal sergi ağı içerisinde bir yapıtlar seyahatinin ortasındayız. Kurulan bu teleport sanatçının dolaşımından çok, genelleştirilmiş kontext’ler eşliğinde “iş”lerin oradan başka bir yere ötelenmesini önemsemekte ve maliyeti bu haliyle ucuza kotarmanın peşinde. Sanırım kesintiye uğratılması gereken, yavaş yavaş sabote edilmesi gereken şey bu! Bu hem sanatçı duruşunu, her ne kadar, anarşist, radikal, karşı bir rol içerisinde olsa da bir “easy reading” okumasına alenen hapsederken, sanatçıları da kolay yoldan dolaşımın tatlı tuzağında , burjuvazinin kucağına ( Platform G.GSM, 23 Şubat) oturtup, onları sistemin ağzına bakan, “kolay kabul-et” kültürünün sanatçısı hatta stereotipine dönüştürmekte.
Bu itaatkar yapı karşısında , oyunda kalmayı bilinçlice reddetmeye, süreci kesintiye uğratmaya dayalı, kimi yerde dışarıda kalmayı göze alabilecek ve kendi işine konsantre olmayı tercih edecek bir yerde durma- çabasını içimizden fişeklemeliyiz.
Bu “easy-reading” meselesi ile bu pozisyonun en düz ve temelsizce okunan ve hızlıca sisteme oynayan figürlerin sırtlarını (aferin pek de politiksin tam istediğimiz gibi!) sıvazlayan, pışpışlayan yapının şaşırtılması ve şoka sokulması gerek. Bu modeller, “aranan, beklenen, özlenen sanatçı” modelinin dürüstlüğü ve güçlü duruşunun yerine tamamen stratejiysen, piyasa kurallarını bilen çok iyi çalıştığı ezberlediği rollerle, kendisini var eden bir tavır çizmesi ve bunun karşısında durulmaması çileden çıkarıcı!
Ben çileden çıkıyorum! Hasta hissediyorum! Güvenimi, dürüstlüğe, tutkuya, anlaşılmazca üretme duygusuna, bir şeylerin değişe- bileceğine dair inancıma, el konuluyor ve umutsuzlaştırılıyorum. Yalnız olmadığımı hissediyorum. (Ancak bu bir his-kesin ve net olamıyor. Maalesef.) Sanırım bu sebeple bir araya gelmenin vakti…
Gülmeyi, üzülmeyi ve yalnızca bunları yapabilmeyi, bir olay, bir durum, bir sanatçı duruşu, bir sanat eseri karşısında, unuttuk.
Fazlasıyla sınırlandırılmış, sürprizsiz ve açılımsız kanallarımız var ve çok sesli gözüken, üstelik de aynı şeyi zengin bir kolektivite ile söyleyen modellere tanığız. Bu pratiklerin, jestlerin yavan örneklerine mahkum şekilde kalabalığa karışıyoruz. Bunu kıracak bireysel değerlerin yaşaması pek yakın görünmüyor. Kitleselleşmeyi unutuyoruz sanırım. Sistemlerin kendisinin göstermelik bir araya getirdiği, anlık cılız ve yüreksiz gruplaşmalar zaten çıkar kavgalarıyla birbirlerini tüketip parçalıyor. Kayıp olan şeyin bir ürün, bir rakip, bir kin-arzu nesnesi olduğuna o kadar çok kaptırmışız ki kendimizi, asıl kaybolan şeyin başlı başına bir insan-bir süreç-koca-bir-emek-düşünce, olduğunu farkedemiyoruz. Onlar bizi bir araya getiren şeyler…
Korkularımıza, duygularımıza karşı dürüst olalım, sanatçıyı bir zamanlar bunun en başat temsili olarak “seçilmiş-kişi” olarak görmüştük. Sonrasında bu miti yukarılarda bir yerlerde kilitleyip, oraya hapsettik, kendi kavgalarımızla vasatlaştık ve hepimiz spekülatif-kavgacı sanatçılara dönüştük. Sonra birisinin bu kafesten çıkıp bizi heyecanlandırmasını bekliyoruz. Buna hakkımız yok! Şimdi bu hizipleşmeyi ötelemeyi bırakalım, dürüst olalım. Saçma bir ütopyanın temsilcisi- “tanrı-sanatçı” figür olarak, ne sanatçıyı ezelim, toprağa gömelim ne de yüceltelim.
İnsan, kırılgan bir araştırmacı , sonuca kesin ve net ulaşamayan biri olarak onu arayalım ve duygularımıza, inançlarımıza, tutkularımıza özellikle de kırılganlıklarımıza saygı gösterelim.
Önemsemek belki de…


Borga Kantürk 23 Ocak 2007-Salı

Hiç yorum yok: